Yıl 1968. Aziz Günden İlkokulu. Çorlu. 5. sınıftayız.
Öğretmenimiz Sevgili Saime Tercan sınıfa girdi ve "Ayfer, Safi, Haldun,
Fevziye haftasonu devlet parasız yatılı imtihanları var, ailelerinize haber
verin Tekirdağ'a gideceğiz."Dedi.
Galatasaray maceram hepi topu bu cümle ile, böyle başladı. Önceden ne bir haber
ne de bir hazırlık. Belki öğretmenimiz bizimle hazırlanıyordu ama biz bunun
farkında değildik. Öyle ya, niye bütün sınıf değil de sadece Ayfer, Safi,
Haldun ve Fevziye.
O yıllarda ilkokulu bitirme sınavları vardı. Bu sınavlara hazırlanıyor olmak
sebebiyle bir müddet sonra biz girmiş olduğumuz bu parasız yatılı imtihanlarını
unuttuk. Haziran ayı oldukça yoğun ve hararetli geçti. İlkokulu elbette pekiyi
derece ile bitirdim. O kadar kaptırmıştım ki bu bitirme imtihanına imtihanların
bittiği gün Çorlu daki Tavanlı Çeşmenin karşısındaki 2 katlı ahşap evimizin 2
inci katında divan altında güpegündüz yorgunluktan uyuyakalmıştım. Gece vakti
annemin oğulcuğum kayboldu diyen ağlama sesiyle uyandım. Eh doğrusu akıllarına
gelmemişti bir üst kata divanın altına bakmak. Hem bunca hareketli bir çocuğun
divan altında uyuyakalabileceğini hiç hesaplamamışlardı. O divan altı benim
sıkıntılarımdan kaçış yeri kimsenin bilmediği bir sığınak gibiydi.
Yeni öğretim yılında ise çoktan Çorlu Lisesi orta kısmına kaydım yapılmış,
kitaplarım alınmış, derslere başlamış ve hatta sıra arkadaşım Kahraman la kavga
eder bile olmuştuk. Bir gün komşumuz Meral Öztekin Hanımteyze eve gelip müjdeyi
verdi. Galatasaray Lisesi'ni kazanmıştım. Benimle beraber Çorlu'dan, geçen
yıllarda akciğer kanserinden Fransa da vefat eden Rahmetli Zafer Aktop da
vardı.
Bir heyecan hazırlandık ve İstanbul'a geldik. Önce sağlık Muayenesinden geçmem
gerekiyordu. Çok iyi hatırlıyorum sağlık muayenesini de imtihan gibi algılayıp,
geçemeyeceğimi düşünmüş ve çok üzülmüştük. Çünkü sağlık muayenesine girmeden
önce bahçe duvarının içine yuva yapmış eşek arısı yuvasını çomaklamış ve
dersimi de almıştım. Yüz göz balon gibiydi. Canım Annem bana ne kadar kızmış ve
beni bu yüzden Galatasaray a almıyacaklar diye ne kadar üzülmüştü.
Bütün bu formaliteler bir aksilik yaşanmadan tamamlandı, ve ben Ortaköy de
yetiştirici B ye başladım. Mösyö Ropers'in sınıfıydı. Geceleri yatakhane de
yorganı başına çeken ağlıyordu. Yatılı okul evden ayrılık çoğumuza zor
gelmişti. Bense o zamana kadar bu kadar yakından görmediğim denizi, boğazı
seyrediyordum her teneffüs. Yemekhanede ise ilk çatal bıçak dersimi Müdiremiz
Muzaffer Hanım'dan almıştım. Çatal sol elde, bıçak sağ elde tutulacaktı. Müdür
Muavinimiz Enver bey ise yemeklerini bitirmeyenlerin kabusu gibiydi. Özellikle
pava çıktığı günler herkesin yemesine dikkat ederdi. Bizden büyük sınıflar masa
altından çöp tenekesini itekleyip kurtulurlardı ama biz buna pek cesaret
edemezdik. Sabah kahvaltılarında yumurta,salam, yemeklerde palamut balığı
çıktığı bir dönemdi. Izgara köfteler de yerdik. Suyumuz ise musluklardan akan
Hamidiye suyu idi.
Akşam etüd aralarında “zımba” oynardık. Her oyun sonrasında da Egemen Ersan
Güner le ettiğimiz kavgaları hatırlıyorum. Daimi yatılı idik ve Cumartesi Pazar
da okul da kalırdık. Muzaffer Hanım'ın oğlu Demir Abi sandalıyla kofana
avlardı. Zarganalar eksik olmazdı sahilde deniz analarıyla beraber.
O sene şubat tatiline doğru aşırı kar yağdı. Kayarken düştüm ve kolumu
kırdım.Çok güzel bir revir ve bize şefkatle davranan yaşlı, temiz, titiz bir
hemşiremiz vardı. En güzel yemekler revir için çıkardı.
İmtihandan kaçmak için tebeşir içtiğimizde hemen anlar bir kaşe Ile sınıfa geri
gönderirdi.
Tavanlar hiç görmediğim kadar yüksek, okul ilk zamanlarda kaybolacağım kadar
büyüktü. Koridorlar upuzun sonu gelmeyecek gibi uzar giderdi. Şimdiki yeni
binaların altında yıldıza doğru uzanan bir
tünel vardı. Zaman zaman oradan geçmeye teşebbüs eder bir türlü cesaret
edemezdik. Yangın merdiveninden yatakhaneye çıktığımız için ihtarlar alırdık.
Boğaziçi vapurları geçerken "Kaptan düdük" diye bağırılırdı.
Kaptanlar da düdük çalarlardı. Eğer çağrıya cevap vermezlerse. "Düdük
Kaptan!" diye bağırılırdı. Boğazın o eşsiz güzelliği ilk estetik dersini
seyrederken kafama işledi. O yüzdendir deniz başka şey İstanbul Boğazı başka
deyişim. Bahar geldiğinde ise her tarafta irili ufaklı kertenkeleler çıkar
taşların üzerinde güneşlenirlerdi.
Evden aldığım harçlıkla 2 tane çukulatalı gofret aldığımda aylığım biterdi.
Üzeri isim ve numaramızla işli çamaşırlarımız okulda yıkanırdı. Cumartesi ve
Pazar herkes dışarıdan sucuklu tost söyler ben param yetmediğinden, peşimde
sucuk kokuları sessizce sınıftan sıvışırdım.
İlk sene yetiştiricide ikmale kaldım. Yazın ders aldım ve geçtim. 6. sınıf
Beyoğlu'na geldim. Burası çok daha değişikti. Dersler buluğ çağı problemleri
ile beraber ağır geldi. Ve sınıfta kaldım. Parasız
yatılı hakkımı kaybettim. Evde uzun müddet okula paralı olarak devam
edemeyeceğim konuşuldu. İkinci 6 da sınıfı geçtim ama 7. sınıfta bir daha
kaldım. Eh artık çok olmuştum. Babam beni okuldan almayı kararlaştırdı ama
Anneciğim israrla gitmem gerektiğini savundu ve beni tekrar gönderdi. İkinci 7
de not ortalamam 8 in üstünde olduğu için tekrar parasız yatılı imtihanına
girmeye hak kazandım ve
8. sınıfta tekrar imtihana girip parasız yatılı hakkını tekrar kazandım.
8.sınıfın yazı çok güzeldi. Bitirme imtihanları vardı ve gündüz 12 ye kadar
uyur gece 12 ye kadar ders çalışırdık. Gece 12 den
sonra da Beyoğlu'na çıkar, aşağıya inip Dolmabahçe'de çay içerdik. Ondan sonra
bir daha iflah etmedim. Sene başında ders planımı yapar, hangi derslere
yükleneceğimi hangi dersleri İkmale bırakacağımı, hangi hocalar üzerinde
yoğunlaşmam gerektiğini hesaplardım. Canlı kopyalar, palamutlar, dahili telefon
hatları, telsizler, çöp tenekelerindeki, teksire basılmış soruların, karbon
kopyalarından da nasibimi aldım. Bana çok düşkün olan sevgili Annem'e karne
zamanı
eğer 2 zayıfım gelecekse önceden 5 zayıfım geleceğini söylerdim. 2 zayıf
gelince 3 ünü kurtarmış pozlarında aferini de kapardım. Zaman su gibi akıp
geçti ve son sınıfa geldim.Bütün derslerim iyi lakin
İngilizcem bir fecaattı. Muhakkak ikmale kalacaktım. Sene bitti ben avare avare
okulda dolaşıyor karnemi bekliyordum ki o sıralar Fransa ya gidecek olan 271
Ragıp Pirselimoğlu geldi ve dediki gözünaydın mezun olmuşsun. İnanamadım ve not
bürosuna gidip bir de ben sordum.
Evet dediler mezunsun. İnanamadım ama hiç inanamadım Öğretmenler kapısından ön
bahçeye kadar çıkabildiğimi, ayaklarımın dermanının kesildiğini, dizlerimin
üstüne çöküp gözlerimin karardığını
hatırlıyorum. Dile kolay. 10 sene tam on sene.....! Kendime geldiğimde içimde
derin bir boşluk, nefesimde bir genişlik vardı. İşte bitmişti. Nihayet okul
bitmişti... İnanamadım. Ne yapacaktım
şimdi. Hedefsiz, amaçsız ve çaresiz kalakalmıştım. İlk aklıma gelen Sevgili
annemin beni Galatasaray da okutmak için verdiği mücadele idi.
Annemin vefatıyla şimdi ona soramadığım birçok soru geliyor aklıma. Ama artık o
yok. 24 Nisan 2001 den beri artık o yok. Dilerim gittiği yerde rahat ediyordur,
kabri bir cennet bahçesi olmuştur. Hiçbirşey
olmasa, benim için,evladını adam etmek, okutmak, Galatasaray da okutmak için
verdiği mücadele onu Cennete sokmaya yeter. Şu sıralar aklıma takılan bir masal
vardı bana çocukken anlattığı. Sonra
dan kaleme almak için sorduğumda bir türlü hatırlayamamıştı. Çünkü ileri
yaşlarında menapoza bağlı epilepsi geçirdi. Bazı şeyler hafızasından
silinmişti. Simi gamı ketti kütah, çeşmi siyah, Germiyan da Gümrühan, Memleketi
Horasan, Ramazan oğlu Ramazan diye uzayıp giden, işte parasını dolandırıcılara
kaptıran iki arkadaşın kayıpbilici bir dede vasıtasıyla paralarını geri
almalarını anlatan çok eğlenceli bir masaldı. Hiç bir yerde duymadım ve
okumadım şimdiye kadar. İnsanlar yaşıyor bir şeyler yapıyor ve bazı değerleri
de şüphesiz kendileriyle beraber alıp götürüyorlar. Vefatla-rından sonra o
masallar hiç anlatılmamış, o hayat hiç yaşanmamış gibi oluyor. Yazı geleneği de
biz de maalesef pek gelişmemiş. Ne hikayeler vardır oysa yakınımızdaki
güngörmüş insanlarda!
Bir de yandığım, Annemin omuzuna başımı koyup şöyle doyasıya bir ağlıyamadım.
Bazen erkek olmak insanın üzerinde dayanılmaz ağır bir yük oluyor. Kimseye ek
yerini belli edemiyorsun. Eş için dirayetli erkek gibi erkek bir koca, çocuklar
için sığınılacak büyük bir liman, dostlar için sırların saklanacağı en
emniyetli kasa, patron için ise her işe yarıyan kırılmaz bir aletsindir. Eh
Galatasaray da da bunu
iyi öğrendik doğrusu. Bazen yalnız kaldığımda gözlerim dolar içim acır, kendime
bile zayıflığımı itiraf edip ağlıyamadığım olur. Bir erkeğin Annesinden başka
kim olabilir ki omzuna yatıp fütursuzca, hüngür, hüngür, katıla katıla, salya
sümük ağlıyabileceği? Anneden başka hangi kadının göğsü seks içermeden bütün
dünyanın huzurunu içinde taşıyabilir ki? Başkasında iğrendiğim buğulu ter
kokusu hangi kadında bu kadar sakinleştiricidir? 45 inde de olsam hiçbir kaygı
duymadan üstelik mahcup bir istekle, sanki şaka yapıyormuş gibi yapıp, içimde
sevinç hıçkırıkları, koşa koşa Annemden başka kimin kucağına oturabilir, başımı
koyabilirim? Kimsenin!
Gözlerimi kapatırım da Annem hep gözümün önünde elinde örgü şişleri, kendi
kendine kaşını gözünü oynatarak bir şeyleri kafasında kendi kendisiyle tartışır
haliyle gelir. Arkasından leğende çamaşır yıkadığı, daha sonra koca kalıp
sabunlarla yine leğende kafama vura vura beni yıkayıp mis kokulu çarşaflara
yatırışı gelir aklıma. Yıllar sonra 30 lu yaşlarımda, uzun ayrılıklardan
ikisinin arasında bir gün evde, sıkıntılı bir günümde beni dolabı açmış
yıkadığı havluları koklarken yakalamıştı. Ben kızacak diye beklerken o bana
"Sen bunu hep yaparsın, yeni yıkadığım çarşafları, havluları kullanmadan
önce hep
böyle koklarsın. Evet teşekkür etmezsin ama bu yaptığın teşekkürden de öte bir
şey, seni böyle görünce bütün yorgunluğum geçiyor." Demişti. Tombul
yanaklı, mis kokulu Annem! Seni hiç unutmıyacağım demek bile ne kadar saçma.
5-6 yaşlarımdayken romatizmalarımın azdığı, o zamanlar oldukça zayıf olan
vücudumu ağrıların hırpaladığı uzun kış gecelerinde sancıyla zonklayan zayıf ve
titrek bacaklarımı bacaklarının arasına alarak ısıtmaya çalışırken, 3 numara
alabros kesilmiş saçlarımı gözyaşlarının serin serin ıslattığını unutabilmek ne
mümkün! En çok bunlar mı gelir aklımaş Hayır. Neler neler gelir geçer aklımdan.
Peşpeşe, ardısıra, alakalı alakasız anılar mermi olmuş da makinalı tüfekden
çıkmış gibi, neler geçiyor gözümün önünden bir bilseniz. Çok sevdiğin birini
kaybetmeden anlamak mümkün değil. Sağlığında kıymetini bilmiş olmak da bir şey
değiştirmez. Hep yapmadığın yapamadığın şeylere üzülür, kahrolursun. Çok ciddi
bir toplantının orta yerinde birinin dediği bir şey, yaptığı bir hareket sana
onu hatırlatır da gözlerin doluverir. Erkeğiz ya! Anlatamazsın kimseye.
"Bir dakika Beyler Hanımlar, aklıma Annem geldi de ben bir ağlayıp
geleceğim şurda tuvalette" de diyemezsin. Karşılıksız kara sevdaya
tutulmak gibi birşey Annemin ölümüne alışmaya çalışmak. Yolda yürürken karşıdan
gelen bütün hanımlar hep Anneme benziyor. Bütün kadın sesleri, bütün anne
giysileri, başörtüler, hırkalar, etekler, Anneme aitmiş gibi geliyor. Kokusunu,
gülüşünü, takma dişlerini ağzında birbirine sürtüp çıtlatışını, bana
bağırmasını, sırtımda poflayan tokadını, seyrelmiş, altından hafifçe beyazları
çıkmış koyu kestane boyalı ipek saçlarını çok özledim. Ama çooook özledim.
O sabah kollarımda vefat edeceğini bilseydim eğer bütün gece başımı omuzuna
koyar doya doya koklardım. Ama olmadı. Sirozu sebebiyle yatamıyordu, çünkü
astımı olduğundan rahat nefes alamaz durumda ve sırtında yastıklar hep oturur
vaziyette idi. Bir ara sabaha doğru başımı hafifçe omuzuna koydum oda başını
benim başıma yasladı. Nefesi müsaade ettiği kadar bir müddet öyle kaldık.
Oymuş, bir daha asla olmıyacak. Bundan yaklaşık 2,5 saat kadar sonra gelen bir
astım krizine kalbi dayanamadı ve 11-12 dakika içinde kollarımda,nur gibi
yüzüyle kelime-i şehadetler getirerek aldı başını gitti. Ispanaklı böreğini,
evimin en güzel köşesini, kızımın en güzel gülüşünü, oğlumun en muzip halini,
aldığım nefesin yarısını, sevinçlerimin köpüğünü, Cuma günleri aradığımda bana
ettiği hayır duaları, nesi var nesi yoksa herşeyini, tasını tarağını toplayıp
gitti. Bana sadece acısı, yapamadıklarımın üzüntüsü ve hatıralar kaldı.
Hayatımı en önemli kısımlarını borçlu olduğum Galatasaray Lisesi bana o çok
Sevgili Annemin bir hediyesi idi. Lisenin ağırlığını her zaman üzerimde
hissettim. 45 yaşındayım ve her sene en az bir sefer muhakkak gördüğüm bir
rüyam var. Rüyam da lisedeyim. Sınıf geçme hesaplarım tutmamış. Sınıfta kalmam
mukadder olmuş. Anneme ne diyeceğim korkularıyla uyanırım. Bir müddet kaldığım
derslerden nasıl geçeceğimin planlarını yaparım yatağın içinde. Sonra, sonra
yanımda yatan kadın ilişir gözüme hayret ederim. Rüya dan rüyaya geçtim
sanırım. Bir müddet sonra anlarım ki o benim eşimdir, çocuklarım vardır benim!
Üniversiteyi bile çoktan bitirmişimdir. Bir sevinirim ki sormayın gitsin.
Boncuk bulmuş çocuk sevinciyle çıkarım balkona, yakarım bir sigara,
dudaklarımda sapısalak bir gülümseme. İçim fıkır fıkır, kıkır kıkır, arabaya
atlayıp Beyoğlu'na Lise'ye gidesim gelir.
İşte şimdi bu fırsatım var. 25. mezuniyet yılımız sebebiyle bu Cumartesi okulda
geceliyeceğiz. Umarım o rüyayı cumartesi gecesi tekrar görürüm. Uyandığımda
yanımda kimse olmıyacağından o rüyayı daha uzun müddet yaşama şansım olur belki
de. Belki de aşağıya iner Fransız Müdürün çöp tenekesinde soru teksirlerinin
karbonlarını arar, kopyalık palamut hazırlarım. Beceremeyince belki de oturur
kimya formulü ezberlerim. Ambara gidip belki dolap kapısını kanırtıp ekmek de
çalarım. Kimbilir......
Herkese sevgiler, selamlar.
25. yılımız kutlu olsun!
Lenger.
01 Haziran 2001 / Bulgurlu Istanbul